Abşalom, Abşalom!

William Faulkner’ın 1936’da yayımlanan Abşalom, Abşalom! romanı, edebiyat tarihinin en zorlu, en katmanlı ve en büyüleyici eserlerinden biri olarak kabul edilir. Zorluğu sadece dilinden, uzun ve labirentimsi cümlelerinden değil; aynı zamanda kurgunun sürekli parçalanıp yeniden kurulmasından, anlatıcıların sürekli birbirine zıt versiyonlar sunmasından ve tarih ile hafızanın gölgesinde şekillenen hakikat arayışından kaynaklanır. Kısacası, Faulkner okuyucusunu bir “anlam avına” çıkarır; fakat bu av, avcıyı sık sık av durumuna düşürür.
Eserin merkezinde, Amerikan Güney’inin mitolojik toprağı haline gelen Yoknapatawpha County vardır. Faulkner’ın tüm külliyatı içinde bu mekân, Homeros’un destan coğrafyaları kadar işlevseldir. Roman, Güney’in kölelik mirası, aristokrat düşleri ve İç Savaş sonrası yaşadığı kimlik krizini, Thomas Sutpen adlı hırslı ve trajik karakter etrafında anlatır. Fakat Sutpen’in hikâyesi bize doğrudan verilmez; aksine, farklı karakterlerin parçalı, çoğu kez çelişkili anlatımlarıyla aktarılır. Bu durum, romanı tarihsel bir metin olmaktan çok, tarih yazımının nasıl işlediğine dair ironik bir deney alanına dönüştürür.
Abşalom, Abşalom! Amerikan İç Savaşı’nın ardından Güney’in kendi geçmişiyle hesaplaşmasını temsil eder. Faulkner, Güney’i bir “hayaletler evi” olarak resmeder: köleliğin, sınıfsal çatışmaların ve bastırılmış arzuların gölgeleri her yerdedir. Tarih burada sadece olayların sıralanışı değil; kolektif travmanın dil içinde yankılanışıdır. Bu noktada, Hayden White’ın tarih yazımına dair teorileri akla gelir: Tarih, daima bir anlatıdır ve anlatı, gerçeği olduğu gibi değil, kurgulanmış bir şekilde verir. Faulkner da tam olarak bunu yapar; farklı karakterlerin kendi önyargılarına, ideolojilerine ve sınırlı bilgilerine göre şekillenen bir “Sutpen destanı” sunar.
Bu anlatım, modernizmin tarih anlayışıyla örtüşür. James Joyce’un Ulysses’i ya da Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’i bireyin iç dünyasına yönelirken, Faulkner kolektif bilinçaltını açığa çıkarır. Onun amacı, bir tarihin “nasıl” yaşandığını değil, “nasıl hatırlandığını” ve “nasıl anlatıldığını” göstermektir. Dolayısıyla roman, sadece bir Güney hikâyesi değil, tarihin hakikatle kurduğu ilişkiye dair evrensel bir sorgulamadır.
Romanın en dikkat çekici özelliği, çok katmanlı anlatıcı yapısıdır. Bir karakterin anlattığı olay, başka bir karakterin zihninde yeniden kurgulanır, bazen çarpıtılır, bazen romantize edilir. Bu çok seslilik, Bakhtin’in “diyaloji” kavramını hatırlatır. Faulkner’ın kurgusunda tek bir sesin otoritesi yoktur; her anlatıcı kendi gerçeğini kurar. Bu nedenle okuyucu, “aslında ne oldu?” sorusunun peşinden giderken bir dedektif gibi hisseder. Ancak sonunda vardığı nokta, tek bir hakikatin olmadığını; hakikatin, parçalı ve çoğul bir yapıda var olduğunu görmektir.
Burada Faulkner, postmodern romanın öncüllerinden biri gibi davranır. Henüz 1930’larda, hakikatin parçalanmışlığına ve anlatının inşa edici gücüne dikkat çeker. Bu yönüyle, daha sonraki dönemde Borges’in, Pynchon’un ya da Don DeLillo’nun yapıtlarını haber verir.
Thomas Sutpen, romanın merkezindeki figürdür. Onun yükselişi ve düşüşü, adeta bir Yunan trajedisi gibidir. Aristoteles’in Poetika’sında tanımladığı hamartia (trajik hata) kavramı burada işler: Sutpen’in zaafı, hırsının sınırsızlığı ve kendi “tasarımını” (design) kusursuzca kurma isteğidir. Ancak bu tasarım, köleliğe ve insan ilişkilerini metalaştırmaya dayalıdır. Böylece bireysel hırs, tarihsel suçun bir aynasına dönüşür.
Diğer karakterler –Quentin Compson, Rosa Coldfield, Shreve– ise bu hikâyeyi yorumlayan ve tekrar eden seslerdir. Özellikle Quentin’in rolü önemlidir: Faulkner’ın başka romanlarında da karşımıza çıkan Quentin, Güney’in geçmişinden kaçamayan kuşağın sembolüdür. Onun gözünden bakıldığında, Sutpen’in hikâyesi yalnızca bir ailenin çöküşü değil, Güney’in kendisinin intiharı gibidir.
Romanın dili, Faulkner’ı Faulkner yapan unsurlardan biridir. Sonsuz gibi görünen cümleler, bilinç akışına yakın iç monologlar, zamansal sıçramalar ve belirsizlikler… Tüm bunlar okuyucuya meydan okur. Bu nedenle birçok eleştirmen, Faulkner’ı Anglo-Amerikan modernizmin Joyce ve Woolf’la birlikte en önemli temsilcilerinden biri sayar.
Ancak Faulkner’ın farkı, bireyin psikolojisinden çok, toplumsal hafızayı ön plana çıkarmasıdır. O, modernizmi Güney’in topraklarına uyarlamıştır. Böylece ortaya çıkan şey, bazen “Güney Gotik” diye adlandırılır: karanlık aile sırları, çürüyen malikâneler, bastırılmış arzular ve şiddetle yoğrulmuş bir tarih.
Edebiyat eleştirmenleri Abşalom, Abşalom!’u sıklıkla “Amerikan edebiyatının en büyük romanı” olarak tanımlamıştır. Cleanth Brooks, romanı Güney’in trajik destanı olarak okur ve Faulkner’ın “Güney’i kurtarmak için onun suçlarını sergilediğini” savunur. Richard Gray ise Faulkner’ın tarihsel bilinçle kurduğu ilişkiyi vurgular: Ona göre Faulkner, geçmişin baskısından kurtulmanın ancak onunla yüzleşmekle mümkün olduğunu gösterir.
Roman aynı zamanda ırk, kimlik ve sınıf ilişkileri üzerine de çok şey söyler. Sutpen’in mirası, köleliğe dayalı bir toplumsal düzenin ne kadar kırılgan olduğunu kanıtlar. Postkolonyal eleştiriler, bu romanda Amerika’nın kendi sömürgecilik travmasını gördüğünü belirtir.
Faulkner’ı okumak, çoğu zaman bir entelektüel maraton gibidir. Okuyucu, sayfalar arasında nefes nefese kalır, zaman çizelgeleri arasında kaybolur, karakterlerin kim olduğunu hatırlamak için defalarca geri döner. Ama işin güzelliği de buradadır. Faulkner, kolay okunmaz çünkü hayatın kendisi de kolay değildir. Tarih dediğimiz şey dümdüz bir çizgi değil; kırık aynalardan yansıyan parçalı bir görüntüdür.
Abşalom, Abşalom! işte bu kırık aynaların en ihtişamlısıdır. Okuyucuya, “gerçek” diye bir şeyin olmadığını, her şeyin anlatıya bağlı olduğunu söyler. Ve bunu yaparken, Güney’in trajedisini insanlığın ortak trajedisine dönüştürür.
Biraz sabırla ve mizah duygusuyla yaklaşılırsa, Faulkner okumak aslında bir bulmaca çözmek gibidir: başlangıçta sinir bozucu, ama çözüm yaklaştıkça büyüleyici. Sonunda okuyucu, sadece Thomas Sutpen’in değil, kendi tarihsel ve kişisel kimliğinin de sorgulamasına girişmiş olur. Ve belki de Faulkner’ın asıl istediği budur: okurun, tarihin hem kurbanı hem de yazarı olduğunu fark etmesi.
Sonuç
William Faulkner’ın Abşalom, Abşalom! romanı, modernist edebiyatın zirvelerinden biri olmasının yanı sıra, tarih yazımı, hafıza, kimlik ve trajedi üzerine derin bir felsefi sorgulama sunar. Akademik açıdan incelendiğinde anlatı teknikleri, çok sesli yapısı ve tarihsel bağlamıyla zengin bir malzeme sunar. Eğlenceli bir açıdan bakıldığında ise, roman tam anlamıyla “okuru terleten ama sonunda tatlı bir zafer duygusu yaşatan” bir deneyimdir.
Faulkner’ın amacı belki de tam olarak budur: bizi biraz yormak, biraz düşündürmek ve sonunda tarihin hiçbir zaman tam anlamıyla bizim elimizde olmadığını göstermek. O hâlde bu roman, sadece bir edebiyat eseri değil; aynı zamanda hafızanın, kimliğin ve insanın trajik arayışının da anıtıdır.