Aydaki Kadın

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yarım kalmış son romanı Aydaki Kadın, Türk edebiyatında hem “bitmemişlik” duygusuyla hem de Tanpınar’ın zihnindeki felsefi ve estetik meselelerin yoğun biçimde yansıdığı bir metin olmasıyla ayrı bir yere oturur. Tanpınar, ölümünden sonra yayımlanan bu eserinde, adeta bütün yazarlık serüveninin bir özetiyle karşımıza çıkar: zamanın sancısı, bireyin parçalanmışlığı, Batı–Doğu gerilimi, aşkın ve tutkunun bitmeyen oyunları… Ancak tüm bunlar, bu kez bir romanın tamamlanmış kurgusal çerçevesi içinde değil, kırık bir aynanın parçaları gibi yansır. Bu durum, okuru şaşırtıcı biçimde rahatsız etmek yerine, tam tersine, Tanpınar’ın dünyasına daha da yakınlaştırır. Çünkü eksiklik, burada bir estetik öğeye dönüşmüştür; roman sanki bilerek yarıda bırakılmış, “hiçbir şeyin tamamlanamayacağı” fikrini simgeleyen bir sanat nesnesi hâline gelmiştir.
Eserin başat karakterlerinden Cemal, modern Türk bireyinin içsel bunalımlarını, aidiyet arayışlarını ve kimlik parçalanmalarını temsil eder. Cemal’in zihinsel dalgalanmaları, Freud’un psikanalitik çözümlemelerine malzeme olabilecek kadar karmaşık, aynı zamanda Tanpınar’ın kendine has melankolisiyle yoğrulmuş hâlde sunulur. Burada, romanın bir “hikâye” anlatmaktan çok, bir “ruh laboratuvarı” işlevi gördüğü söylenebilir. Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış’ında işaret ettiği üzere, Tanpınar’ın romanları çoğunlukla bireyin iç dünyasını çözümlemeye odaklanır ve olay örgüsü bu psikolojik çözümlemenin gerisinde kalır. Aydaki Kadın da tam olarak bu çizgidedir; olaylardan çok düşüncelerin, mekânlardan çok içsel boşlukların anlatıldığı bir metindir.
Romanın yarım kalmışlığı, yalnızca yazarı kaybetmiş olmamızdan kaynaklanan bir eksiklik değildir; aynı zamanda bir dönemin kültürel ve zihinsel çıkmazlarını da işaret eder. Cumhuriyet’in ilk yarım yüzyılı, bir yandan Batılılaşma idealinin hızlı ve bazen sancılı adımlarını atarken, öte yandan köklerinden kopmamak için direnen bir zihniyetin çelişkilerini barındırıyordu. Cemal’in içsel çatışmaları, aslında bu dönemin kültürel panoramasını yansıtır. Tanpınar, Beş Şehir’de şehirleri nasıl bir kültür tarihinin simgeleri olarak ele aldıysa, Aydaki Kadın’da da bireyin ruhunu aynı şekilde kültürel çatışmaların aynası olarak kurgular. Nurdan Gürbilek’in Benden Önce Bir Başkası’nda söylediği gibi, Tanpınar’ın roman kahramanları “kendi içindeki yabancıyla” yaşamak zorunda kalır. Cemal de bu yabancıyla, yani hem Batı’dan hem Doğu’dan aldığı mirasla, ama hiçbirine tam olarak ait olamayışıyla yaşar.
Burada dikkat çekici olan bir başka nokta, romanın aşk ve tutku meselelerini nasıl bir “varoluş sorunsalı”na dönüştürdüğüdür. Kadın figürleri, sadece romantik ilgilerin nesneleri değil, aynı zamanda Cemal’in zihinsel ve kültürel çatışmalarını harekete geçiren katalizörlerdir. Kadın, bir tür “öteki” olarak Cemal’in benliğini sınar. Bu bağlamda, roman yalnızca bir aşk hikâyesi değil, kimliğin aynalarda çoğalan görüntülerini araştıran bir psiko-felsefi metindir. Bir başka deyişle, Tanpınar burada “kadın” üzerinden, insanın kendi benliğine dair en kırılgan soruları dile getirir.
Eserin diline baktığımızda, Tanpınar’ın alışıldık üslubu yine kendini gösterir: şiirsel, musikiye yatkın, imge yüklü. Tanpınar’ın bir estetikçi olarak dili, yalnızca bir anlatım aracı değil, aynı zamanda romanın ana malzemesidir. Orhan Okay’ın Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür Bir İnsan kitabında vurguladığı gibi, Tanpınar’ın roman dili daima bir “sanat eseri” olma iddiasıyla yüklüdür. Aydaki Kadın da bu açıdan farklı değildir; hatta eksik kalmışlığına rağmen dilsel zenginliğiyle okurunu büyülemeyi başarır. Romanın bitmemişliği bile bu musiki havasını kesintiye uğratmaz; aksine, kesik bir melodinin yarattığı tatlı bir hüzün duygusunu pekiştirir.
Modern Türk romanı içinde Tanpınar’ın konumu düşünüldüğünde, Aydaki Kadın özel bir deney alanı olarak görülebilir. Yakup Kadri ya da Halide Edip gibi Cumhuriyet’in erken dönem romancıları toplumsal meseleleri daha doğrudan işlerken, Tanpınar bireyin iç dünyasına yönelmiş ve psikolojik çözümlemeleri ön plana çıkarmıştır. Bu bakımdan onun eserleri, bir bakıma Marcel Proust ya da James Joyce gibi Batılı modernistlerin Türk edebiyatındaki yankısıdır. Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’de zamanı ve belleği nasıl merkezî bir mesele hâline getirdiğini düşünürsek, Tanpınar’ın da “zaman” üzerine takıntılı sorgulamalarıyla modernist estetiğe eklemlendiğini söylemek mümkündür. Aydaki Kadın’da bu modernist damar, parçalı anlatı ve iç monologlarla kendini gösterir.
Bitmemişliğin ironik yönü ise şudur: Okur, romanın bir “son”a ulaşamayacağını bilerek okumaya devam eder. Bu durum, aslında modern bireyin kendi hayatının da hiçbir zaman tamamlanamayacağı gerçeğini imler. İnsan yaşamı daima yarım kalır; arzular tam gerçekleşmez, idealler hep eksik kalır. Aydaki Kadın bu eksiklik duygusunu estetik bir hâle getirir. Tam da bu nedenle, romanın tamamlanmamışlığı bir kusur değil, belki de en güçlü yönüdür.
Tanpınar’ın edebiyatında “gecikmiş modernlik” duygusu baskındır. Jale Parla’nın Babalar ve Oğullar çalışmasında belirttiği üzere, Tanzimat’tan bu yana Türk romanı, Batı’dan alınan modernlik ile yerli gelenek arasındaki çatışmayı taşır. Tanpınar bu çatışmayı en incelikli hâliyle işleyen yazarlardandır. Aydaki Kadın da bu bağlamda, yalnızca bireysel bir hikâye değil, aynı zamanda Türk modernleşmesinin çıkmazlarının sanatsal bir yansımasıdır.
Sonuç
Aydaki Kadın, bitmemişliğine rağmen Türk romanı için kıymetli bir “ruhsal arkeoloji” niteliği taşır. Tanpınar, burada bireyin iç dünyasını kazarken, aynı zamanda bir toplumun kültürel bilinçaltını da ortaya koyar. Romanın tamamlanmamış olması, aslında modern Türk insanının tamamlanmamış kimliğinin de bir metaforudur. Okur, Cemal’in parçalanmış benliğiyle karşılaşırken, aslında kendi içindeki boşluklarla yüzleşir. Bu yönüyle Aydaki Kadın, yalnızca bir roman değil, aynı zamanda bir “eksiklik estetiği”nin abideleşmiş örneğidir.